(Son Güncelleme: 30.01.2025) Pariste.Net’i yazmamdaki amaç, Paris’i gezmeye ya da Paris’te yaşamaya gelenlere, Paris’in kıyısını köşesini tüm güzellikleriyle yansıtmaya çalışmak oldu hep. Kimi zaman da “Paris o kadar güzel bir şehir değil, bize Paris’in çirkin yüzünü, Öteki Paris’i de göster” diyen yorumlar da aldığım oluyor. Her şeyden önce Pariste.Net, Paris üzerine yazılmakta olan bir gezi ve yaşam rehberi. Gezi öncelikli olunca da turistik değeri ağır basıyor. Yaşam rehberi kısmı ise Paris’te yaşayan Türklere yönelik, şehri doyasıya yaşamayı amaçlayan bir bilgi paylaşımı çerçevesinde gelişiyor.
Ama nedense bazı insanlar Öteki Paris’i de görmek istiyorlar. Çünkü bu kadar güzel bir şehir olabileceğine inanamıyorlar ya da kendi deneyimledikleri Paris, o kadar da güzel bir şehir değil; bunu cidden bilemiyorum; çünkü benim bunca zamandır yaşadığım Paris hep Güzel Paris oldu. Yine de Paris’in çirkin bir yüzü yok mu? Elbette var… O nedenle bu yazımda Öteki Paris’e bakmak ve bu çerçeveden gördüklerimi anlatmak istiyorum bu yazımda:
Paris’e turist olarak ilk geldiğimde düşündüğüm şey, kalabalık ve pis bir şehir olduğuydu. O zamanlar İstanbul’dan nasıl bunalmışsam artık, huzur ve sükunet arayışı içindeydim ve aradığım şey, turist olarak tanıdığım Paris’te karşıma çıkmamıştı. Paris kalabalıktı, özellikle metroları çok pisti. Fakat Paris’te yaşamaya başladıktan sonra Paris’in o kadar da kalabalık ve pis görünmemeye başladı bana. Çünkü ben artık turistik bölgelerden uzaklaşıp kendime başka bir Paris yaratmayı başarmıştım. Yaşadığım mahallede, vaktimi geçirdiğim bölgelerde son derece nezih bir hayat akıp gidiyordu. Tıpkı bir zamanlar İstanbul’da yaşadığım eski hayatım gibi.
Benim İstanbul’u sorgusuz sualsiz sevdiğim zamanlar da İstanbul’un pis ve kalabalık yerleri vardı, insanların bir kısmı eğitimsiz ve saygısızdı ama bizim kendi İstanbul’umuzda bu rahatsız edici unsurlar yoktu ya da son derece azdı. O zamanki dünyamızda yaşam alanımız çok daha genişti. Sonra yıllar içinde çember daraldı, daraldı ve yaşanamaz hale gelince de zaten dünyanın başka bir yerinde, başka bir şehrinde yaşama projesi hayata geçmişti. Bunu Cennette Bir Yıl yazımdan zaten biliyorsunuz.
Dolayısıyla Paris’in de kimi bölgeleri yaşanmaz halde ama kendine güzel bir dünya kurmak isteyen ve buna imkanı olanlar için yaşamsal zenginliğini tüm cömertliğiyle seriveriyor önünüze bu şehir. Hayır, burada kesinlikle maddi zenginlikten bahsetmiyorum. Evet, dünyanın neresine giderseniz gidin, tüm pahalı metropoller gibi Paris’te de belli bir standardın üzerinde geliriniz olmadığı sürece insan gibi yaşamanız çok güç ama yine de öğrenci standartlarında bile yaşasanız, bu şehir size bedava ya da çok düşük ücretler karşılığında yaşamdan zevk alabileceğiniz zengin olanaklar sunuyor. Tabii bu hayatta neyi yapmaktan zevk aldığınızla ilgili bir şey biraz da.
Ama diyorum ya, belli bir gelir düzeyinin altında kalırsanız, yaşamsal beklentileriniz ve önceliklerinizin durumuna göre, Paris’te sizi çok zor bir hayat bekliyor. Sokakta yaşayan bunca evsiz insanı görünce insanın içi parçalanıyor. Ama dünyanın tüm orta sınıf burjuva ahlâk sistemlerinde olduğu gibi, böylesi bir evsizi gördüğünüz zaman ya görmezden geliyorsunuz ya cebinizden üç beş kuruş para verip büyük bir iyilik yaptığınızı düşünüp vicdanınızı rahatlatıyorsunuz ya da sadece “vah vah” deyip haline acıdığınız için bile iyi ve vicdanlı bir insan olduğunuzu düşünüyorsunuz. Sonra siz geçip gidiyorsunuz ama o insan, o metro koridorunda öylece yatmaya devam ediyor.
Tüm büyük şehirlerde olduğu gibi Öteki Paris de acımasız: Paris’te de “bir kere düşmeye gör“, kimse elinizden tutmaz. Gerçi devletin sosyal güvenlik sistemi çerçevesinde bu insanların belli bir güvenlik şemsiyesi altında olduklarını düşünmek istiyorum ama yine de herkese yetecek kadar yer olan bu dünyada evsizlerin sokakta yaşamalarına toplumların göz yummasını anlayabilmek mümkün değil. Aslında düşünüyorum da, günümüz Türkiyesi’nde de durum böyle. Aç ya da açıkta kaldığınızda sizinle evini ya da çorbasını paylaşacak insanların sayısı hızla azalıyor. Paris’te de değişen çok bir şey yok inanın. İnsanlar sokaklarda uyuyor, çadırlarda, karton kutuların altında, metro mazgallarının sıcak ve sağlıksız havalandırma kapaklarında ya da yer altında metro koridorlarında…
Bir de Kasım 2018’de başlayan ve tüm Fransa’da etkili olan Gilets Jaunes (jile jon) protestoları var biliyorsunuz. “Sarı Yelekler” ya da “Sarı Yelekliler” diye çevirebileceğimiz bu eylemler önce akaryakıt fiyatına eklenen ek vergi protestosuyla başladı, sonra genel olarak hayat pahalılığı ve gelir dağılımındaki adaletsizlik konusunda genel bir protestoya dönüştü. Aralık 2019’da başlayan genel grev ise hayatı olumsuz etkileyen unsurlardan oldu. Sonra 2023’te Macron’un emeklilik yaşını yükseltmesine karşı başlatılan geniş çaplı protesto eylemleri ve grev dalgası günlük hayatı etkilemeye başladı… Dönem dönem de bu ve benzeri nedenlerle insanlar hayatı felce uğratacak protesto yöntemlerine başvurabiliyor. Demem o ki Paris’te de hayat gailesi, dünyanın diğer yerlerindeki küreselleşme maduru herkes gibi aynı derecede zor ve çetin.
Metrolarda melodik bir tonlamayla uzun uzun, ezberlemiş oldukları hikayelerini anlatan dilencilere rastlarsınız, kimisi hastaneden yeni çıktığını söyler, kimisi evsiz barksızdır, kimi şarap parası, kimi restoran fişi ister, kimisinin vücudunun yarısı yoktur yerde sürünür, kimisi eskiden prensesmiş de sonrada sokağa düşmüş gibi bir kıyafetle mesleğini icra eder. Kimileri inanıp üç beş kuruş para verir, kimisi güler geçer, kimisi de başını çevirip bakmaz bile…
Metrosu pek temiz değildir Öteki Paris’in; hadi duymak istediğiniz söyleyeyim: Paris Metrosu pistir… 1900’den beri Parislilerin hizmetinde olan ve günümüzde müthiş bir ulaşım ağına ulaşan bunca istasyonunu temiz tutmak kolay olmuyor. Evet Türkiye’de -çok şükür- metrolar temiz ama Paris gibi yüz yıl sonrasında nasıl olacak bakalım? Biz göremeyeceğiz nasıl olsa 🙂
Hele ki Öteki Paris’e evsizlerin ve sarhoşların yarattığı kirlilik de eklenince daha bir pis olur metro istasyonları. Hayır, aşağılama anlamında kullanmıyorum bu ifadeyi; bazen sarhoşu, bazen evsizi, pervasızca tuvaletini yapabiliyor metro koridorlarına. Sonra şartlan şartlan çıkmıyor o koku. Bu işte feci rahatsız edici olabiliyor… İstanbul’daki gibi metrolarda tuvalet hizmeti de yok, o büyük bir sorun. Bir de özensiz insanların attıkları çöpler var işte; akşamları metro, aslında daha çok RER vagonları epey pis olabiliyor…
Yine de Paris metrosunu temizlemek bir suya sabuna bakar ama şehrin altını bir örümcek ağı gibi saran bu hatları inşa etmek yüz yılı almış. Kolay işler değil, hem yapmak hem bakımını ve temizliğini sağlamak. Dünyanın yetmiş iki milletinden de adam… Yine de bu pis olma halini haklı çıkarmıyor tabii…
Sokaklarda da bol bol köpek pisliğiyle karşılaşabiliyorsunuz. Belediye sürekli temizliyor ama sahipli köpekler de sürekli kirletiyor. Genelde sahipleri temizler ama çoğu zaman da temizlenmiyor. Gerçi artık İstanbul’da da durum benzer ama işte… İnsan Paris’e tatile gelmişken o tür manzaralarla karşılaşmak istemiyor.
Bir de fare sorunu bazen sorun olmanın ötesine geçebiliyor. Özellikle geceleyin karanlıkta, Eyfel Kulesi çevresinde fareye, bazen de fare sürüsüne denk gelebiliyorsunuz. Gerçi ben on yılda bir-iki kez gördüm ama sonuçta böyle bir sorun da var. Kimileri Champs-Elysées de bile fare gördüğünü söylüyor ama ona kalırsa ben de İstanbul’da, Bağdat Caddesi‘nde fare gördüm 🙂 Hiçbiri hoş değil tabii…
Tabii bir de garlar ve çevresi tüm Avrupa şehirlerinde olduğu gibi Paris’te de pek sevimli yerler değildi Aslına bakarsanız bence bir tek Gare du Nord ile Gare de l’Est arası ve arka tarafları bu anlamda sevimsiz yerler. Sokaklardaki insanlar da pek parizyen değil ama yankesicilik dışında daha ciddi bir tehlikeyle karşılaşacağınızı düşünmüyorum. Hele ki Saint Lazare Garı ve çevresi son derece nezih bir bölgedir. Gare de Lyon‘un arka tarafı ise sadece mimari açıdan çok tercih edilecek bir yer değildir bana göre, onun dışında gar çevrelerinde çok bir sorun görmüyorum kişisel olarak.
Yankesicilik demişken bu konuda da birkaç uyarı yapmak isterim: Pek çok dünya metropolünde olduğu gibi yankesicilik ve hırsızlık Öteki Paris’te de büyük bir sorun. Özellikle hayran hayran etrafın güzelliklerine dalıp kendini kaybeden ya da gezmekten yorgun argın, bir kafeye sığınıp sandalyelere, koltuklara yayılıp eşyalarını sağa sola savurmuş turistler, deneyimli yankesicilerin en çok hedeflediği grup oluyor genelde. Bazen çantanızdan, bazen cebinizden değerli bir eşyanız ya da cüzdanınız alınıyor, sonra o cüzdanın içinden para alınmış bir şekilde cüzdan yerine konmuş olabiliyor; siz de soyulduğunuzun farkına çok geç varıyorsunuz. Bu durumda yapılması gerekenleri Paris Başkonsolosluğu ve Acil Durumlarda Yapılması Gerekenler yazısında detaylı olarak belirtmeye çalışmıştım.
Sizden ricam çantalarınıza, cebinize, eşyalarınıza iyi sahip olmanız. Madrid’te cüzdanı çalınmış, Paris’te yepyeni cep telefonunu çaldırmış, Bari’de cüzdanını düşürmüş, New York’ta koskoca valizi arabanın bagajından götürülmüş biri olarak sizden bunu özellikle rica ediyorum 🙂 Giden geri gelmiyor çünkü. Özellikle Starbucks‘larda yan masalarda oturan insanlara dikkat edin. Bazen çok iyi giyimli biri, hemen yan sandalyede sırtı dönükken bile sizin çantanızdan, cebinizden değerli eşyanızı çalabiliyor. Ekim 2017’de Paris’te son derece tarz bir kafe restoran olan La Recyclerie‘de gayet profesyonel bir şekilde çantam çalındı. İçinde cüzdanım, oturum kartım ve en önemlisi yine yepyeni Macbook’um vardı. Giden gitti… Polise güvenlik kamerası kaydını göstermek istediğimde ilgilenmedi bile; sadece kayıt tuttu; hırsızlık vakası kayıtlara geçmiş oldu, hepsi bu… Polisler artık hırsız yakalamıyor, sadece sigortadan para almanız için resmi evrak düzenliyor; tabii sigortanız varsa. Oysa kamera kaydı o kadar netti ki, adamı bugün sokakta görsem tanırım ya neyse… Kasım 2019’daysa, Brüksel’de tam garın önünde, bisikletli bir kapkaççı cep telefonumu kapıp gitti; o giden de gitti… Yine polis tutanağı, yine sigorta evrağı düzenleme formalitesi. En ufak bir yakalama çabası yok, giden gitti, giden gitti…
Yankesicilerin bir diğer taktiği de masanızın üzerine cep telefonunuzu bıraktığınızda yanınıza gelip, sizden bir dernek için imza almak üzere masaya bir kağıt bırakıyorlar; siz de imza atmayacak olsanız bile kağıdı geri alırken masanın üzerindeki telefonunuzu ya da diğer değerli eşyanızı alıp götürebiliyorlar. Bazen yol boyunca karşınıza çıkıp “Do you speak english?” diye muhabbete girip size bir kağıt imzalatmaya çalışıyorlar, siz onlarla cebelleşirken değerli bir eşyanız yok oluveriyor. Bir de Montmartre eteklerinde, mesela Square Louise-Michel Parkı‘nda zencilerin kolunuza ip takıp sonra para istemesi ya da yankesicilik amaçlı sizi oyalaması söz konusu; aman gözünüzü iyi açın, bu güzel tatiliniz tatsız anılar bırakmasın geride. Bu konudan Paris’te Bir Hafta kitabımda da bahsettim ama editörüm “zenci” ifadesini metinden çıkarmamı rica etti: Zenci sözü hakaret olarak algılanabiliyormuş. Ben hayatımda hiç o şekilde düşünmedim oysa. Peki ben o zaman bu siyahi, kara derili, afro-amerikan, koyu tenli arkadaşlara dikkat etmenizi nasıl söyleyeceğim? Kitabımda yazamadım ama bari buradan daha açık biçimde uyarayım: Özellikle Montmartre’ta sizinle yakın temasta bulunmaya çalışan zenci yankesicilere lütfen dikkat edin.
Gerçi gözünüzü açsanız bu kez metroda ani bir hengame çıkartıp, dikkatinizi başka yöne çekip anlık bir hareketle değerli eşyanızı almaya çalışabiliyorlar; bu yönleriyle organize illüzyonist diyorum ben onlara. Gerçekten dikkatli olmalısınız; sadece Paris’te değil, dünyanın her yerinde… Cep telefonunuz ya da cüzdanınız kot pantolonunuzun ön cebinden bile gidebilir, benden söylemesi.
Sonra yazları kısa, kışları uzun ve soğuktur Öteki Paris’in. Gökyüzü bazen haftalarca gri olur, kışın erkenden akşam çöker. Yazınsa bitmek bilmez gün. Yağmuru çok değildir de sanki, bu gri gökyüzü fenadır. Hatta öyle soğuk olur ki bazen, twitter‘da “küresel ısınmayı destekliyorum” ya da “küresel ısınsak ya?” yazmışlığım vardır şaka yollu; azıcık ısınsa da ısınsak diye 🙂 Bazen de aşırı sıcak dalgası olur ve Paris eskiden böyle sıcak olmadığı için klimalı bir hayat düzeni de yoktur; pişer haşlanırsınız her yerde, sığınacak liman bulmakta güçlük çekersiniz. Bu konulardan Paris’e Ne Zaman Gidilir? yazımda tüm detaylarıyla bahsetmiştim zaten…
Yetmiş iki milletinden insan yaşar bu şehirde. Sokaklardaki insan çeşitliliğine inanamazsınız. Daha önce bir de New York’ta görmüştüm birbirine benzemez bu kadar insan kalabalığını. Tipler, giyim kuşamlar, davranışlar, kokular bin bir çeşit. Hem zevkli hem de alışması oldukça zor bir durum. Paris’e yerleşene kadar “kültür mozaiği” olan bir ülkede yaşadığımı sanırdım ama mozaiğin ne olduğunu Paris’e gelince çok daha iyi anladım.
Sonra Öteki Paris’te sevimsiz mahalleler vardır ve bu mahallelerin büyük çoğunluğu Paris’in doğu tarafındadır. Periferik içinde en sevimsiz bölge -bana göre- Barbes-Rochechouart ve kuzeyine doğru devam eden hattır. Montmartre Tepesi‘nin hemen doğu tarafına düşen bu bölge, otel seçerken insanları epey bir yanıltır. Rezervasyon yapmaya çalışırken Montmarte’a yakın bir yerde kalacağınızı hayal edip mutlu olursunuz ama gerçek başkadır. Burada yoğun bir siyahi nüfus, sevimsiz bir atmosferde, işporta kültürüyle kendi kalabalığında farklı bir Paris sunar size; benim yolum oradan neredeyse hiç geçmez. M4 metro hattının Barbes’ten itibaren kuzey yönü boyunca ilerleyip son durak Clignantcourt‘a geldiğinizdeyse kendinizi daha kötü bir Paris’te bulursunuz. Oysa meşhur Paris Bit Pazarı – Marché aux Puces‘e gitmek için metrodan inip bu yolu yürümeniz gerekir. Çevrenizdeki Fransız mimarisindeki binaları görmeseniz, Afrika’nın ortalarında unutulmuş bir yerde olduğunuza yemin edebilirsiniz. Bu yolu da yürümeyi sevmem ama o nefis bit pazarına gitmek için en pratik yol bu.
Sonra Belleville tarafı vardır. Uzak doğuluların yoğun olduğu, Paris estetiğine -bence- balta vuran, kimilerinin çok “otantik” bulduğu bir mahalledir o bölge. Hem uzak doğulular, hem hayat kadınları, hem de “bohem takılan” garip bir nüfus, bu bölgede benim çok haz etmediğim farklı bir atmosferi tamamlarlar. Tahmin edeceğiniz gibi, oralara da yolum neredeyse hiç düşmez. Oysa Belleville Parkı, Buttes Chaumont Parkı ve Edith Piaf’ın Evi iki adım ötededir, ne de güzel yerlerdir ama Place de Fêtes vardır misal, M11 metro hattı üzerinde bir durak, nasıl sevimsiz bir meydandır; çevresi ruhsuz büyük binalarla çevrili, sokaklarda dolaşan insanlar tehlikeli değilse de nasıl tedirgin edici bir profildir. Yine de söylemek isterim, bugüne kadar Paris’te bir kere bile kendimi güvensiz hissettiğim bir ortamı yaşamadım. Benim anlattıklarım sadece sosyolojik ve belki daha çok estetik kaygılar. Öyle ya, Paris’te güzelliğe aşık olmuş insan, her yer öyle güzel olsun istiyor ama hayat herkese her zaman o kadar da adil davranmıyor ne yazık ki.
Paris’in bir diğer sevmediğim bölgesi, daha doğrusu yolumun düşmediği diyelim, Bassin de la Villette‘in batı tarafı, yani M7 metro hattının Stalingrad’dan kuzey doğuya devam ettiği kısımın batısıdır. Özellikle Crimée tarafında Paris’in belki de en çirkin binası bulunuyor. Gerçi hemen yakındaki Cent Quatre – 104 mutlaka görülmesi gereken bir kültür sanat merkezi ama işte, insanın yolu pek düşmüyor o taraflara da.
Porte d’Ivry taraflarındaki uzak doğu mahallesinin bulunduğu yerdeki yüksek katlı ruhsuz binalar silsilesi de bir o kadar sevimsizdir. Ayrıca Eyfel Kulesi‘nin hemen batı tarafındaki Île aux Cygnes‘in karşısında kalan, sözüm ona çağdaş konut üretimi için dikilmiş birbirinden sevimsiz binalar da öyle. Çevrelerinde bir türlü akıp gitmeyen hayat… Tabii bir de şehrin kalbine saplanmış bir Montparnasse Gökdeleni var, o da ayrı bir tartışma konusu… Paris’in neresi güzel neresi değil, Paris’te Nerede Kalınır? yazımda bolca bahsediyorum zaten.
Belki yankesicilik her zaman vardı Öteki Paris’te ama şehrin yerlilerinin gözlemlerine göre, özellikle Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği’ne girmesi ve vatandaşlarının serbest dolaşımdan yararlanmaya başlamalarından sonra düzgün insanlar kadar, uğursuz insanlar da doluşmaya başladı Paris’e. Özellikle Romanya ve Bulgaristan’dan gelen enteresan bir profil, sokakların huzurunu kaçırmış durumda. Hatta Paris’in ortasındaki Türk Mahallesi‘nde bile borularını öttürmeye çalışıyorlar. Bilemiyorum, belki de bu vahşi dünyada bir hayatta kalma mücadelesidir bu…
Evet, Türk Mahallesi demişken, şehrin içinde minik de olsa bu tür gettolar mevcut. Gerçi Türk Mahallesi dediğimiz yer çoğunlukla Türkiye’nin doğusunu temsil eden bir profile ev sahipliği yapıyor, Paris’in ortasında kendinizi Türkiye’nin bir doğu şehrindeymişsiniz gibi hissedebiliyorsunuz. İki adım ötede de yoğun Afrikalı nüfusu, onların meşhur tıklım tıklım dolu kuaförleri, kapı önlerinde öbek öbek saçlar, hepsi birden gerçekten sevimsiz bir görüntü oluşturuyorlar ne yazık ki.
Türk Mahallesi‘nin hemen aşağısındaki, Strasbourg – Saint Denis tarafı içinse şehrin fuhuş merkezi diyebiliriz. Sokaklarda genç-yaşlı, güzel-çirkin pek çok kadın günlük hayatın bir parçasıymışçasına müşteri bekliyor… Gerçi bu ortam hiçbir şekilde güvensiz değil ama yine de Romantik Paris aşıklarına hayatın acımasız yönünü gösteriyor. Aynı şekilde güzeller güzeli Boulogne Ormanı – Bois de Boulogne da fuhuş konusunda ciddi nam salmış durumda.
Bir de Pigalle tarafı böyle ama orada daha çok sex shop‘ları var. Bana hiç güvensiz gelmez, hatta son derece de turistik bulurum ama yine de renkli neonlarla aydınlatılmış tabelaları görünce, Amsterdam‘ın Red Light’ıyla kıyas kabul etmese de nasıl bir bölgede dolaştığınızı hemen anlıyorsunuz. Yoksa kimse sizi durdurup zorla bir “hizmet“ satmaya kalkmaz, yani en azından bugüne kadar ben öyle bir şey görmedim.
Sonra Öteki Paris’te feci bir trafik sorunu var. Paris’te araba kullanmak, Paris içinde arabayla dolaşmak zaten bir işkence. Sürekli dur-kalk, sürekli trafik lambaları, karmakarışık yollar, silinmiş yol şeritleri… Hele ki Paris’i çepeçevre saran periferik üzerindeki trafiği bir görseniz. Daha Paris’te Park Etme Sorunundan bahsetmedim bile. Sonra bir de havaalanlarına doğru akan araba selinden… O yüzden toplu taşımadan pek şaşmayın derim.
Sonra bir de iş hayatının sevimsizliği var tabii. Fransa’ya başka bir ülkeden gelmişseniz ve muhteşem yetenekleriniz yoksa zaten sistemin içine girmeniz çok kolay değil. Çalışma hayatında kimse sizi kırmızı halılarla karşılamıyor. Turistleri bile sempatiyle yaklaşmayan bu insanlar, bir de onların ekmeğinden pay almaya geldiğinizi hissettikleri anda durum biraz daha karmaşıklaşıyor. Bugüne kadar anlattığım Paris’e hayran olup, hep burada yaşamak isteyenler için madalyonun önlü arkalı iki yüzünü görmek açısından, ağırlıklı olarak Paris’teki expat arkadaşların görüşlerini derleyerek hazırladığım Paris’te İş Hayatı yazısını okumanız yararlı olabilir.
Ama özetle şunu söylemek gerekir ki, Paris’te geçim derdi olmayan bir öğrenci ya da iyi geliri olan bir çalışan değilseniz yaşamanız o kadar da keyifli olmayabilir. Tabii hep söylediğim gibi, nelerle mutlu olduğunuza bağlı biraz da. Sonuçta her ülke bir rüyayı satıyor. Nasıl ki İstanbul’da vapurların ardından çığlık çığlık uçan martıları izlemek bunca keyifliyken, vapurun sizi bıraktığı iskelede inip şehrin içlerine dalmaya başladığınızda karşılaştığınız hengame içinizi daraltıyorsa, Paris’te de Eyfel Kulesi‘nin önünde öpüşenleri izledikten sonra metro koridorlarında uyuyan evsizleri gördüğünüzde “acaba mı?” diye geçiyor aklınızdan.
Sonra bir de son döneme damgasını vuran Charlie Hebdo ve 13 Kasım saldırıları olayları var tabii. Paris’in üzerine kara bulut gibi çöken, çökertilmeye çalışılan acı olaylar. Hepimiz olumsuz etkilendik elbette ama hep söylediğim gibi, ateş sadece düştüğü yeri yaktı. Evet, güvenlik önlemleri biraz arttırıldı, hatta biraz abartıldı, bir süre sokaklarda gereksiz yere eli makineli tüfekli askerler dolaşmaya başladı; sanki terör böyle önlenebilirmiş gibi. Bu güvenlik önlemleri sonrası benim canımı sıkan en önemli şey, alışveriş merkezleri ve müzeler gibi kamuya açık alanların girişlerindeki işgüzar güvenlik aramaları oldu. Neyse ki o uygulamadan vaz geçildi sonra ama güvenlik gerekçesiyle Eyfel Kulesi‘nin çevresine cam duvar örüldü ve kuleye girişler güvenlik aramalarıyla yapılmaya başlandı. Eskiden kulenin altından elimizi kolumuzu sallayarak geçebiliyorduk ve bu müthiş bir duyguydu ama artık bu mümkün değil. Bu da benim Paris’te yaşama zevkime vurulan en ağır darbelerden biri oldu. Paris’te sınırsız özgürlük hissi de benim için bitmiş oldu.
Hayat hiçbir yerde kolay değil sonuçta. Ben şanslılardan oldum sadece. Çünkü bir de Cüneyt Ayral‘ın Benim Paris’im kitabında ana temayı oluşturan Paris’te yalnızlık konusu var. Dedim ya ben şanslılardandım, bir kere bile yalnız hissetmedim kendimi bu şehirde ama kazara bir kere düştünüz mü yalnızlık kıskacının içine, işte o zaman Paris yutuverir sizi. Hiç benzemez başka bir yerdeki yalnızlığa. Paris’in yalnızlığı çok kalabalıktır…
Sonra pandemi döneminde Fransız devletinin hastalara yetişememesi, yoğun bakım ünitelerinin dolması, başka ülkelere ambülansla hasta taşınması ve buna rağmen yıllar içinde yoğun bakım ünitelerinin arttırılmaması da Fransa’ya duyduğum sonsuz güven duygusuna sekte vurdu. Dünyanın her yerinde aynı güvensizlik duygusu var duygusuna kapıldım pandemi döneminde yaşadıklarımızla…
Bir de en son, arabamı satmak için internette ilan verdiğimde, gelen on aramdan dokuzunun dolandırıcı çıkması çok şaşırttı beni. Dikkatli ve uyanık olmazsanız burada da başınıza türlü türlü dolandırıcılık işleri gelebilir, haberiniz olsun.
…
Hadi bakalım, bu yazı da böyle olsun. Paris’in cazibesine kapılıp burada yaşamayı hayal edenler için konuya bir de bu açıdan bakmış olduk böylece. Tabii Paris’e (ya da Avrupa’da başka bir kente) yerleşmeyi düşünenlerin bu yazı dışında Yurt Dışına Nasıl Yerleşilir? Paris’te Yaşama Hayali yazımı da okumalarını öneririm.
Umarım, Öteki Paris’in görünmeyen yüzünü görmek isteyenleri de bir parça da olsa mutlu edebilmişimdir 🙂 Aklıma yeni bir şey gelirse, eklemek istediklerim olursa, bu yazıyı fırsat buldukça güncellemeye çalışacağım. Siz de bu yazının altına, Paris’in sevmediğiniz yönlerini gönül rahatlığıyla yazabilirsiniz. Burada Paris’in diğer yüzünü alıyoruz ele; ben pek yapamadım belki ama siz yerden yere vurabilirsiniz Paris’i istediğiniz gibi; nezaket kuralları çerçevesinde tabii. “Bundan niye söz etmiyorsun(uz)?, hadi bir de bunu anlatsan(ız)a” diye değil de “şunları şunları eklemek isterim”, “ben şu konuda şöyle düşünüyorum” şeklinde. Hep söylemeye çalıştığım gibi; tarz ve üslûp çok önemli.
Ben bu satırları yazdım, siz de okuyorsunuz ya kim bilir Paris’te ya da dünyanın herhangi bir yerinde kaç milyon insan hangi acılarla boğuşuyor şu anda? Hep söylüyorum. Hayat hiç adil değil ama işte ne yapalım, kimileri sefalet içinde yaşam mücadelesi verirken kimileri de aklımızın hayalimizin almayacağı bir lüks ve şaşa içinde hayatını devam ettiriyor. Bizlerse kendimizce bir yol tutturmuş gidiyoruz işte böyle.
Hep güzel günler görebilmek dileğiyle.
Sevgiyle
…
İlgili Yazılar: